Âşıklık Geleneğinin Kutsiyeti ve Kadın Âşıklarda Aile Kavramı


Dağlı A.

Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, cilt.8, sa.14, ss.135-160, 2021 (Hakemli Dergi)

Özet

Edebiyat bir toplum içinde doğar, o kültürle şekillenir; o toplumu en yakından tanıyan kişi olan sanatkârın üslubuyla tasvir edilir. Bu sebeple her toplumun dünyayı algılayışını, hayat felsefesini, millî-manevi değerlerini ve kendine has tüm kültürel kodlarını, edebî eserlerinde görmek mümkündür. Türklerin edebî karakterinin temeli, Orta Asya’da kendi öz kültüründen ürettiği Ozan-Baksı geleneğidir. Ancak Türkler altı bin yıllık tarihî geçmişinin büyük bölümünde aynı toprak parçasında yerleşik hayat sürmemiştir. Orta Asya, Anadolu, Balkanlar, Arap toprakları, Afrika, Avrupa gibi geniş bir coğrafya, Türklerin zaman zaman hüküm sürdüğü alan içerisinde kalmıştır. Bu da farklı kültürlerle ve edebiyatlarla etkileşimin önünü açmıştır. 10. yüzyıl sonrasında İslâm dininin kabulü, Gök tanrı inancına dayalı bozkır medeniyeti için –özellikle Anadolu’ya göç eden Türkler için- büyük çaplı etkilenme ve dönüşümün başlangıcı olmuştur. 10. yüzyıldan 16. yüzyıla kadar Anadolu’da tarikatlar aracılığıyla dinî-tasavvufî bir hayat yaygın şekilde yaşanıyordu. Anadolu tasavvufu olarak tanımlayabileceğimiz bu kültür, Orta Asya Şamanlık kültürüyle tasavvufi hayat felsefesinin sentezlenmesiyle oluşan yeni hayat biçimiydi. Ancak Anadolu’da kurulan onlarca tarikat ve inanç sistemlerinden büyük çoğunluğu zamanla eski gelenekleri unutmaya yüz tuttu. Alevilik ve Bektaşilik ise İslam öncesi Türk geleneklerini canlı olarak yaşatan bir rol üstlendi. İslamiyet’e girişle Anadolu’da oluşan yeni hayat biçiminin edebiyata yansıması Dinî-Tasavvufi Türk Edebiyatını doğurdu. Sünnî tarikatlarda şamanın halka hitap ederken şiir dilini kullanma yönü devam ettirilirken, Alevi-Bektaşi çevrelerde bunun yanında şamanın şiiri kopuzla söyleyerek dinî ayinleri gerçekleştirmesi geleneği de devam ettirildi. Alevi-Bektaşiler için saz, dinî ayinlerde kopuzun işlevini üstlendi. Yine saz şairliği yeteneğinin kişiye rüyasında içirilen badeyle verilmesi, şaman olacak kişiye bu özelliğin rüyasında veya manevi bir âlemde verilmesinin bir uzantısıdır. 16. yüzyıl ise Âşık edebiyatının başlangıcıdır. Bu gelenek bağımsız bir edebiyat değil, Bektaşi asker şairler ve diğer tekke şairlerinin etkisiyle şekillenmiş bir edebiyattır ve tasavvufi edebiyat ile ilişkisini hiçbir zaman kesmemiştir. Dolayısıyla başlangıçtaki şamanlıktan tasavvufi geleneğe, oradan da âşıklık geleneğine aktarılan Türk halk Ozan-Baksı geleneği, bunca kültürel ve coğrafi etkileşime rağmen başlangıçtaki yerel özelliklerini önemli oranda koruyup günümüze ulaştırmayı başarmıştır. Bu başarıdaki en büyük rolü hiç şüphesiz Alevi-Bektaşi topluluklar üstlenmiştir. Âşıklık geleneğinin şamanlıktan günümüze ulaştırılan özelliklerinden biri de şiire ve şaire atfedilen olağanüstülüktür. Gök tanrı inancının din adamı ve şairi/ozanı, doğaüstü özellikleri olan şamanlar, İslam’ın kabulünden sonra yerini velîlere, sonrasında ise âşıklara bırakmışlardır. Bu anlamda Anadolu âşıklık geleneğinde halk arasında bu kişilerin manevî-ruhani yönlerinin olduğu şeklinde inanış hep var olmuştur. Onların maddi-cismani aşktan manevi aşka yükseldiklerine, saz çalıp söylemeyi de pîr ya da Hızır’ın elinden bade içerek ilahi vasıtalarla öğrendiklerine inanılır. Bu sebeple de onların şiirleri bir söz ve müzik olmanın ötesinde dinî ve sihrî yönü olan kutsal sözler olarak görülür. Ölümleri sonrasında hatta hayattayken onlarla ilgili menkıbevi anlatılar oluşmaya başlar. Çalışmada son beş yüz yılını “Âşık Edebiyatı” adıyla sürdüren kadim Türk edebiyat geleneğinin yirminci yüzyıldaki Alevi kadın temsilcileri ele alınmıştır. Türk medeniyetinin tarihte hep var olması, aile yapısına verdiği önemle açıklanır. Bu yapının kuruluşu ve devamlılığında birleştirici rol ise annedir. Hem bir anne hem de Âşık Edebiyatı’nın temsilcileri olarak kadın âşıkların, kutsiyet atfedilen bu kişilikleriyle, şiirlerinde “aile” konusundaki söylem ve tespitleri bu çalışmanın konusu olmuştur.